Türkiye ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki Oylama

Türk dış politikasında son dönemde artan hareketlilik, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki İran’ a yaptırım oylamasında doruk noktasına çıktı. Brezilya ile birlikte, Süper Güç Amerika ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin diğer 4 daimi üyesi ve Almanya ile koordineli bir biçimde İran nükleer krizinde arabuluculuk çalışmaları yürüten Türkiye’ nin bu oylamada, yaptırımlara evet oyu vermeyeceği açıktı ama çekinser mi kalacağı yoksa, ret oyu mu vereceği son ana kadar bilinmiyordu. Dolayısıyla A.B.D, oylama anına dek Türkiye’nin oyunun renginin hayır olmaması için diplomasi yürüttü. Türkiye bu oylamada ret oyu kullandı. İç ve dış kamuoyunda bu tavrı eleştirenler oldu. Hatta daha ileri gidilerek Türkiye’nin dünyada, özellikle Batı’ da yalnızlaştırılacağı ifade edildi, Türkiye’nin artık yüzünü batıdan doğuya döndürdüğü, güçlü Yahudi lobisinin de desteği ile bu yaşananların er ya da geç Türkiye’ye fatura edileceği söylendi. Acaba bu söylenenler doğru muydu?

Dünya’da, ulusal gururu törpülenmemiş, gerektiğinde kendisi ile ilgili sorunlarda etkin bir hareket tarzı benimseyen birkaç ülke var. Bunlardan biri eski süper güç Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bu ülkenin mirasını üstelenen Rusya Federasyonu, bir diğeri ise dünya imparatorluğu Osmanlı’nın küllerinden doğan genç Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya koyulan Kurtuluş Savaşı’ndan yüzünün akıyla çıkmış, 87 yıllık cumhuriyet tarihinde, Hatay’ ın, anavatana katılımını savaşsız halletmiş, II. Dünya Savaşı’ na her iki bloktan yapılan savaşa iştirak baskılarına göğüs gererek katılmamış, böylece ülkeyi yıkımdan kurtarmış ve 1974 yılında Kıbrıs’ a barış amaçlı askeri bir müdahale yaparak tüm dünyayı karşısına almaktan çekinmemiş bir ülke. Aynı Türkiye, bugün dost olduğu,  karşılıklı olarak vizeleri ve gümrükleri kaldırmakta olduğu Suriye’yi, çok değil 12 yıl önce, savaş tehdidi yapmaktan çekinmeden, bu ülkede yaşayan terör örgütü liderinin bu ülkeden çıkarılmasına zorlamış, on yıllar zarfında teröre karşı sayısız sınır ötesi operasyon düzenlemiş bir ülke. Böyle bir ülkenin, son yıllarda “duruşu” olan bir dış politika sergilemesine de şaşırmamak gerekiyor kanımca. Bu yapılanlar, geçmişteki duruşun esasını değiştirmeden belki önceliklerinde bazı düzenlemeler yapmaktan ibaret.

Evet, Türk dış politikasında Erdoğan-Davutoğlu tandemi, özellikle bölgesel sorunlarda daha duyarlı, manevi yönü de olan bir politika sergiliyor görüntüsü veriyor, bu yadsınamaz, ama bölgesel sorunlara duyarsız kalmamak, maneviyatı inkar etmemek tarihi bir sorumluluk değil mi? Türkiye’nin ekonomik gücü, dünyanın geri kalanında da elçilikler ve dış temsilcikler açmaya, sayıları iki bini bile bulmayan dış işleri kadrolarını, beş binlerin üzerine çıkarmaya artık yetmiyor mu? OECD, G-20 gibi önemli uluslar arası organizasyonların üyesi olan, AB ile sıkı ilişkilerinin her geçen gün geliştiren, bir dönemdir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ nin(BMGK) geçici üyeliğini Avrupa kontenjanından sürdüren, dünyanın en büyük askeri İşbirliği örgütü olan NATO’ nun 50 yıldan fazla bir zamandır üyeliğini yürüten ve dünya genelinde onlarca ülkede barışa destek operasyonuna halen asker ve polis desteği veren bir ülkenin komşusuyla ilgili bir konuda sessiz kalması düşünülebilir miydi? Türkiye’ nin nükleer silahlar konusunda görüşü ve duruşu nettir. Kendi nükleer hırsı olmadan, bölgede bulunan tüm devletleri Nükleer Silahların Sınırlandırması Antlaşması’na taraf olmaya çağırmaktadır ve bu çağrıya muhatap olanlardan biri İran ise bir diğeri de İsrail’dir. Bu duruşta yanlış olan nedir?

Yazının başında da belirttiğim gibi Brezilya ile birlikte İran’ı, uranyum takası antlaşmasına ikna eden ve bunun da BMGK’ nin daimi ülkelerinin bilgisi ve onayı ile yapan Türkiye, BMGK’ deki oylamada Brezilya ile birlikte ret oyu vermenin siyasi ve vicdani altyapısını oluşturmuştur. Bu tavrı ile Türkiye, dünyaya kafa tutmamış, sorunun çözümü için diplomatik kanalların açık olmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran, iki hafta önce uranyum takasına, güven artırıcı bir önlem olarak evet demiştir. İran’ın samimi olup olmadığının görülmesine Batı’nın birkaç hafta daha şans vermesinin kimseye zararı olmayacaktı. Elbette Türkiye’nin oylamadaki tavrından rahatsız olanlar olmuştur ve olacaktır ancak güçlü bir ülke olma iddiasındaysak, bu duruşun semeresini göreceğimiz gibi, cefasını da çekmek durumundayız.

Türkiye’nin oylamadaki tavrından dolayı üzüntü duyduklarını belirten ABD Savunma Bakanı Gates’ in Türkiye’nin bu yaklaşımında, ona yüz çeviren ve verdiği sözlerde durmayan AB’yi neden göstermesi düşündürücü olmalıdır. Türkiye’nin, Batı’ ya ihtiyacı olduğu kadar, Batı’nın da Türkiye’ye ihtiyacı olacaktır. Davutoğlu’nun vizyonu ve çalışkanlığı, Erdoğan’ın liderliği ile şekillenen dış politikadaki duruşun bu iktidar döneminde devam etmesinin yararı vardır. Ancak, 70-80′ li yıllarda, Asala olaylarında görüldüğü gibi, tarihte dünyanın hiçbir ülkesinin diplomatlarının karşılaşmadığı bir biçimde kendilerinin ve ailelerinin canı pahasına, sınırlı kadrolarına rağmen Türk dış politikasını yürüten bu nitelikli kadroların monşer edebiyatıyla halk nezdinde küçük düşürülmesinin de önüne geçilmelidir. Türkiye’nin bu en eğitimli ve seçkin kesimini bu şekilde eleştirmek eski bir alışkanlıktır ve bunu devam ettirmenin ne Türkiye’ye ne de Türkiye’yi yönetenlere faydası vardır.

Burak PEHLİVAN



Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı: