İnsanlık koronavirüsü mutlaka yenecek ama zaferin maliyeti bizim elimizde

Yeni tip Koronavirüs’ten kaynaklanan COVID-19 Dünya’yı kasıp kavururken, geçen hafta Dünya Sağlık Örgütü bu hastalığı pandemik, yani küresel düzeyde yayılan salgın hastalık olarak ilan etti ve bu karar sonrasında Dünya’nın birçok ülkesinde, hükümetlerin bu hastalığa karşı aldıkları önlemler hızlandı ve sertleşti. 

İlk kez Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bu salgının merkezi şu an Avrupa ve özellikle de İtalya. Salgının ilk günlerinde Çin’in, virüsün varlığını örtbas etmesi ve Dünya’nın bu tehlikeli virüs ve yol açtığı hastalıktan çok geç haberi olması ne yazık ki hastalığın bugün tüm Dünya’ya yayılmasının önünü açtı.  Şu an itibarıyla 120’den fazla ülkede bu virüse yakalanmış hasta tespit edilirken, Antarktika hariç tüm kıtalarda bu hastalığa rastlanıyor ve öyle görülüyor ki, normal gribe göre bulaşıcılığı da ölümcüllüğü de çok yüksek olan bu hastalıkla mücadele henüz yeni başlıyor.

Tüm Dünya’da koranavirüs’e karşı sert tedbirler alınıyor

Uçuş yasakları, sınır kapamaları, mağazaların, kafelerin, restoranların, müzelerin, spor salonlarının, sinemaların, alışveriş merkezlerinin kapatılması, şehiriçi ve şehirdışı ulaşım kısıtlamaları, sokağa kontrollü çıkma uygulamaları, karantina önlemleri gibi tedbirler ülkeden ülkeye değişse de, devletler şu an toplumsal ve iktisadi yapılarının el verdiği en sert tedbirleri alma noktasında adeta birbirleri arasında yarışa girmiş durumdalar. Kimsenin, yeterince tedbir alınmamasından kaynaklanacak olası risklerle karşılaşmaya artık tahammülü yok zira insanlığın ancak birkaç yüzyılda bir karşılaştığı küresel bir salgının içindeyiz.

Uzakdoğu’da virüsle mücadelede başarı sağlandı

İlk vakanın ortaya çıkmasından bu yana ilk kez dün Çin’de yeni bir vakaya rastlanmadı. Çin, otokratik bir rejimin ona sağladığı olanaklarla 11 milyon kişinin yaşadığı Vuhan’ı ve şehrin bulunduğu 60 milyonluk Hubey eyaletini adeta ülkesinden ve dış Dünya’dan izole etti, sert karantina tedbirleriyle, hastalığın yayılım hızını düşürdü ve sonunda neredeyse sıfırladı. Aynı şekilde Uzakdoğu’daki müreffeh, homojen nüfus yapısına, disiplinle topluma sahip demokrasi ve yarı demokrasilerin bu süreçte en başarılı sonuçları aldığını gördük. Singapur, Hong Kong ve Tayvan hastalığın belini ilk günlerde kırarken, ilk şoku atlatan Güney Kore ise sonrasında hastalığın yayılma hızını düşürürken, tedavide görece yüksek başarı oranlarına ulaştı.

Ancak demokrasilerde bu tarz sert tedbirleri alınması, alınsa bile uygulanması kolay değil. Nitekim yaşadığım ülke Ukrayna’da merkezi hükümet 12 Mart Çarşamba günü ülkedeki tüm eğitim kurumlarının, tiyatroların, sinemaların, konser salonlarının en az 3 hafta süre ile kapatılması kararı aldığında, Lviv Belediye Başkanı, çalışan velilerin evde kalmak zorunda kalacak çocuklarıyla ilgili düzenleme yapabilmelerine olanak sağlamak gerekçesiyle okul ve anaokullarının kapatılma kararının 2 gün geç uygulanacağını açıklarken, ülkenin ikinci büyük şehri Harkov’un Belediye Başkanı ise şehirde hiç koronavirüslü hasta tespit edilmediği gerekçesiyle bu kararı hiç uygulamayacaklarını ifade etmişti. Hatta, liman kenti Odesa’da merkezi hükümetin temsilcisi Odesa Valisi bile okullar ve üniversiteler kapatılacak ama eğlence merkezleri, sinemalar ve tiyatrolar şimdilik açık kalacak diye basın toplantısı yaptı. Ancak gelişmelerin seyri negatif yönde hızlanınca, birkaç gün sonra bu sefer merkezi hükümet tarafından restoranların, kafelerin, alışveriş merkezleri, pazar yerleri ve müzelerin kapatılma kararı alınmadan önce Lviv ve Odesa’da yerel düzeyde bu kararların alındığın gördük.

Avrupa’nın gelişmiş demokrasilerinin tedbir refleksleri de Uzakdoğu’nun gerisinde kaldı. İlk hastanın 21 Şubat’ta tespit edildiği İtalya’da bugün itibarıyla bu hastalıktan vefat edenlerin sayısı, Çin’dekileri geçmiş durumda. İtalya hükümeti halkı alıştırabilmek, yerel idarecileri ikna edebilmek için kademeli olarak tedbirleri uygulamaya koydu. Bu yöntem ise hastalığın hızla yayılmasını zamanında engelleyemedi.

Almanya’daki sayılar ürkütücü olduğu kadar da yol gösterici

Müthiş, görünmeyen bir düşmanla karşı karşıyayız. Hastalığın bilinen bir aşısı, bir ilacı yok. Almanya’da yapılan çalışmalara göre Almanların üçte ikisi bu virüsü bir şekilde kapacak. Bunların %80’i hafif ya çok hafif biçimde hastalığı atlatacakken, kalan %20’nin ise tıbbı yardım alması gerekecek. Bu %20’nin içinde yer alan yaklaşık 1 milyon kişi ise yoğun bakım ünitesinin de dahil olabileceği, yoğun tedaviye ihtiyaç duyacak.

1 milyon kişinin sağlık sistemine bir anda yığıldığını düşünün. Sağlık sistemi aşırı yüklemeden dolayı çökecek, doktorlar, hastaneler ve sağlık personeli çaresiz kalacaktır

İşte Almanya örneğinde olduğu gibi hükümetler bu noktada alınan sert tedbirlerle salgının yavaşlatılması suretiyle zaman kazanarak bu felaket senaryosunun gerçekleşmemesi için çalışıyorlar. Adeta baskın bir saldırıya uğramış bir ordunun, imkân ve kabiliyetlerini gözden geçirmesi, eksiklerini giderecek planlamaları yaparak yeniden organize olması ve düşmana karşı hazır olması için gereken zaman bu. Bu süreçte vatandaşlar etkin bir biçimde bilinçlendirilirken kapsamlı tedaviye ihtiyaç duyacak 1 milyon muhtemel hastanın bir anda sağlık sistemini çökertmesinin önüne geçilecek. Ülkelerde hasta ölüm oranlarındaki keskin farklılıklar, hastaların bakım imkanları arasındaki farktan kaynaklanıyor. Daha çok yoğun bakım ünitesi olan, ventilatör sıkıntısı çekmeyen ülkeler, hastanede tedavi edilmesi gereken hastaların en az %80’inin kurtulmasını sağlıyorlar

Onun için hastalığa kapılınmasının zamana yayılması, sağlık kapasitesinin artırılmasında vakit kazandırırken, hastanelere bir anda kapasitelerinin üstünde hasta akımını engelleyecektir. Böylece yine belki aynı sayıda kişi hastalanacak ancak modern tıbbın imkanlarından ve belki bu süreçte yeni geliştirilecek ilaç ve tedavi yöntemlerinden herkes yararlanmış olacak. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre COVID-19 ile mücadele konusunda hali hazırda 5 ayrı ilaç deneniyor. Ayrıca koronavirüs aşısı da büyük ihtimalle sonbahara kadar bulunmuş olacak, kazanılan her anın bir değeri var.

Dediğim gibi demokrasi olmak kolay değil. Ekonomik gerçekler, vatandaşların kişisel özgürlükleri, sağlık ihtiyaçları ve daha birçok parametrenin bir arada olduğu karmaşık bir sistemi yönetmek zorundasınız. İşin ciddiyeti ve halkın tam anlamıyla desteğinin alınması

için Alman Şansölye’si Angela Merkel 16 yıllık başbakanlığından ilk kez yılbaşları dışında bu hafta halka seslenerek, her bir bireyin yardımını isterken, bu işin ne kadar ciddi olduğunu da vurgulaması da onun için bu olağanüstü ortamda şaşırtıcı olmadı. Alman realizmine, duygusallığın da karıştığı konuşmasının bana göre en çarpıcı kısmı  “Bu krizi aşacağımızdan eminim. Ancak kayıplarımızın sayısı ne kadar yüksek olacak? Sevdiğimiz kaç insanı kaybedeceğiz? Bu soruların cevapları büyük ölçüde bizim elimizde” cümlesiydi.

Hijyen alışkanlıkları ve gelişmiş sağlık sistemi bu mücadelede Türkiye’nin en büyük avantajları

Almanya örneğini boşuna vermedim. Benzer nüfuslara sahip olduğumuz bir ülke ancak görülüyor ki onlara ve birçok başka Avrupa Birliği üyesine göre bazı avantajlarımız var. Geriden gelmek, başka ülkelerde uygulanan ya da uygulanmayan tedbirlerin sonuçlarını görerek onların doğru ya da yanlış yaptıklarını gözlemleme imkanını ve buna göre karar alma şansını veriyor, tedbirlerin ona göre ayarlanması imkânı oluşuyor. Aynı şekilde uzmanlara göre hastalığın yayılma hızını düşüren hijyen konusunda milletimiz Avrupa’da çok iyi bir konumda. Hastalığa karşı en önemli silah olarak ifade edilen el yıkama konusunda çok güzel bir sicile sahibiz. Avrupa Birliği’nin yaptığı araştırmaya göre, tuvaletten sonra el yıkama oranı Türkiye’de %94’ken, İtalya’da %57, Hollanda’da %50 Çin’de ise yalnızca %23. Annelerimizin sofraya otururken, kalkarken, daha küçük yaşlarda elimizi yıkamamızı sürekli öğütlemesi, ya da kalktığımızda, yattığımızda elimizi, yüzümüz adeta otomatik olarak yıkama alışkanlığımız kültürümüzün güzel bir parçası. Yine gelene, misafire kolonya ikram etmek de bugün daha iyi anlaşılıyor ki yüksek hijyenin toplumumuzun içine işlediğinin bir başka güzel göstergesi. Aynı şekilde 100.000 kişiye düşen acil servis ünitesi sayımız da Fransa, İtalya ve Almanya’ya göre daha yüksek. Yeni ve güçlü sağlık altyapımız, nitelikli bir sağlık eğitim sisteminden çıkmış disiplinli, fedakar ve çalışkan hekimlerimiz ve medikal personelimiz var. Ancak bunların hiçbiri mücadelede maalesef tek başına yeterli değil.

Koranavirüs ile savaşta her bireye görev düşüyor

Bu süreçte hepimize tek tek görev düşüyor. Bu savaşın kazanılmasında hepimiz yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla pay sahibi olacağız. Elimizi sık ve düzgün bir biçimde yıkamak, elimizi yüzümüze götürmemek kadar, 2 metrelik sosyal mesafeyi korumak, evde kalmak, gerekiyorsa kendi kendine izolasyona gitmek her kişinin hayat kurtarabileceği tedbirler. Bunlar, bu savaşta zafere gidilecek yolda yapılabilecek basit ama etkin hamleler.

Ne kadar sağlıklı olursak olalım, bağışıklık sistemimiz ne kadar kuvvetli olursa olsun ve koronavirüs toplumun görece daha küçük bir bölümünü etkiliyor olsa da neticede hükümetler toplumun en kırılgan kesimini düşünerek ve onları en doğru biçimde koruyacak biçimde karar almak durumundalar.  Her bir hasta, birimizin annesi, babası, büyükannesi, dedesi, kardeşi, sevdiği. Günümüzde herkes bir birey ve bireyin ölümüyle bir dünya sona eriyor. Geçmişte olduğu kimi salt rakamlarla, istatistiklerle bu konunun ele alınması mümkün değil.

Tedbirlerde ekonomik dengeler, halkın uyum gücü ve kamu hizmetlerinin devamlılığı da göz önüne alınıyor

Bununla birlikte hükümetlerin karşılaştığı zor da bir ikilem var. Halk sağlığını korurken, ekonomik dengeleri de elverdiğince göz etmek. Tam bir sokağı çıkma yasağı uygulaması, ya da akaryakıt istasyonlarının, gıda ve ev bakım ürünleri satan marketlerin, eczanelerin kapatılması ya da bunlar kapatılmasa bile bu yerlerde istenilen ürünlerin bulunamaması halkı paniğe sevk edebilir. Aynı şekilde işlevini yitiren bir bankacılık sistemi ise ulusal paralara ve ekonomiye güveni hepten yok edebilir. Ekonomilerin birbiri ardına çökmesi ise daha büyük felaketlere yol açılabilir. Onun için mücadele yapılırken, ekonomik zararı, işsizliği minimumda tutmak, kriz bittiğinde, ortaya çıkacak olası ekonomik artçı depremlerin etkisini bugünden asgari düzeye indirmeye çalışmak da devletleri yönetenlerin göz önüne aldıkları ve almak zorunda aldıkları konular. Ayrıca devletler sağlığın yanında, güvenlik, adalet sağlama gibi görevlerini yerine getirirken, ısınma, barınma, elektrik, gaz, enerji, su gibi belediye ve kamu hizmetlerini de sorunsuz bir biçimde vatandaşlarına iletmek durumundalar.

Tedarik zinciri problemleri ve düşük talep fabrikaları daha krizin ilk günlerinde kapattırıyor. Polonya ve Almanya sınırındaki tır kuyrukları 60 km’yi geçti. Avrupa Birliği’nin her geçen yıl daha da entegre olması, küreselleşme, artan rekabet bir son ürünün üretilebilmesi için gerekli bileşenlerin çok farklı ülkelerde üretilmesini ve sonra bir ülkede toplanarak son ürün haline getirilmesine yol açtı. Sovyetler Birliği çöktüğünde birlikte birçok sanayi işletmesi çalışmaz hale gelmişti çünkü her cumhuriyet bir ürünün başka parçalarını üretiyordu. Her ne kadar sınırlardan mal geçişleri serbest dense de, Çin’in bir süre üretim kapasitesinin çok altında çalışması, kapanan sınırlardan mal geçişinin görece çok daha zor olması sanayi tesislerinin işlevselliği ve devamlılığı için azımsanmayacak bir tehdit oluşturuyor. General Motors, Ford, BMW, Mercedes, Crysler gibi firmalar üretimlerini durdurdular bile. İşte halk sağlığı ve salgının yayılma hızının kontrol altına alınmasına dönük önlemlerin bu karmaşık ekonomik sistem ve dengelerle, tedarik zincirlerinin devamlılığına g asgari zarar verecek biçimde yönetilmesi hükümetler için büyük zorlu bir sınav. Bunun için dünyanın her yerinde trilyonlarca dolarlık ekonomik teşvik paketleri açıklanıyor, işsizliğin oluşmaması için büyük çaba sarf ediliyor.

İnsanlığın Dayanışma İhtiyacı her zamankinden fazla

Noah Yuval Harari’nin Time’de yaşadığımız sürece dair yazdığı ve bu süreçten günün sonunda Dünya üzerindeki ülkeler, milletler olarak ayrışarak değil, dayanışma sağlayarak çıkacağımıza ilişkin kapsamlı ve bazı açılardan tarihi makalesi bu noktaya güzel bir ışık tutuyor

Bugün virüsle mücadele için sınırları kapıyoruz ama geçmişte, ulaşım olanaklarının, insanların mobilitesinin bugünle karşılaştırılamayacak kadar az olduğu dönemlerdeki salgınlarda onlarca, yüzlerce milyon insanın çok geniş alanlara yayılan coğrafyalarda öldüğünü de unutmamak gerek. İlk etapta kapanan sınırları, yarın öyle yada böyle açacağız ve işte dünyanı bir yerinde koranavirüs ya da başka virüsler insanları tehdit etmeye devam ediyorsa, bu bütün insanlığın sorunu olarak yine karşımıza çıkacak.

Çocukluğumuzda bir kısmımızın geçirdiği, suçiçeği, kızamık gibi hastalıkların isimlerini bugün artık duymuyoruz bile. 1520’de Amerika’daki yerli nüfusun büyük bölümünü öldürdüğü düşünülen, o tarihte tüm dünyada 56 milyon insanın ölümüne neden olan çiçek hastalığı bugün yok. Zira insanlık zaman içerisinde geçmişte görünmez olan düşmanlarını tanıyacak bilim seviyesine ulaştı. Hastalıklara neden olan mikroorganizmalar tespit edilirken, onlara karşı aşılar, ilaçlar ve tedavi yöntemleri geliştirildi.  Dünya’da ilk bulunan aşı çiçek aşısı olurken, tüm dünyanın el ele vermesi ile bu hastalık tamamen ortadan kaldırıldı.. Harari’nin dediği gibi bugün de bu dayanışmanın gösterilmesi gerek. Ebola, Batı Afrika’daki tek bir Ebola hastasındaki tek bir virüsün tek bir geninin mutasyona uğramasıyla daha ölümcül hale geldi. Dolayısıyla Çin’deki, Libya’daki ya da Almanya’daki bir hastanın yaşamanın savunulması yalnız o ülkelerin değil, tüm dünyanın savaşı. Türkiye’de veya dünyanın bir başka coğrafyasındaki her hastayı tedavi etsek bile neticede tek bir ülke bile mücadelede başarısız olsa, bu hastalık hortlayıp, hepimize  geri dönecektir.

İçinden geçtiğimiz süreç aynı zamanda insanlığın aslında ne kadar zayıf, bir noktada aciz ve insanların da ne kadar eşit olduğunu da gösterdi. Einstein, III. Dünya Savaşı’nda hangi silahlarla savaşacağımızı bilmiyorum ama IV. Dünya Savaşı’nda silahlarımız taş ve sopa olacak demişti. Din, dil, ırk ayrımı yapmadan hepimize zarar veren bu görünmeyen ortak düşmana karşı savaşımızda ise en büyük silahımız şimdilik çıplak ellerimiz, onları sık ve düzgün yıkamamız. İnsanlığa, hepimizin nasıl aynı gemide ve aslında nasıl eşit olduğumuzu hatırlatması ve bundan sonra da insanlığın bu bilinçle hareket etmesi konusunda bakarsınız belki de bir farkındalık oluşturur yaşadıklarımız. Önce Amerika, önce İngiltere söylemlerinin yerini kim bilir önce Dünya, önce insanlık söylemleri alır.

Panik yapacak bir durum yok ama daha iyi günlere ulaşmadan önce bizi, daha zor günler de bekliyor olabilir. İnsanlık bu savaşı öyle ya da böyle kazanacak ancak bunu ne kadar kısa sürede ve ne kadar az kayıpla atlatacağımız bizlerin, her bir birey olarak bizlerin elinde. Dayanışmayı bırakmayalım, tedbirleri uygulayalım.

Burak PEHLİVAN  

 


Yayımlandı

kategorisi

yazarı: